1206 Kurultayında uzun süreçler sonucu Cengiz Han rüştünü ispatladı. İlkbaharda Onon kıyısında Cengiz’in yakınları, boyların beyleri ve diğer ileri gelenler toplandı, ortasında kara ay olan sancak göndere çekildi. Cengiz, Moğol Hanı olarak tahta çıktı. Kore’den Macaristan ovalarına dek uzanacak imparatorluğun temellerini tesis edip, Moğollara miras bırakacaktı.
Hristiyan keşişler Plano Carpini ve Ruysbroeckli Willem doğuyu, özellikle de Moğolları Avrupalılara tanıtan ilk isimlerdir. Elçilik ve misyonerlik faaliyetlerini bir arada yürüten bu seyyahlar Hristiyan gözüyle Moğolları anlatmışlardır. Marco Polo gerek yolculuğu gerekse görevleri nedeniyle diğer iki seyyahtan farklı bir gözle anlatmıştır doğuyu. Avrupa’nın maceracı ve kâşif insanlarına ilham olacak şekilde bir doğu tablosu çizmiştir. Asya, Avrupa ve Ortadoğu coğrafyalarının en hareketli olduğu dönemlerden biri olan 13.-14. yüzyıllarda, dönemin en önemli aktörü olan Moğollara üç seyyahın gözünden bakalım. Avrupa’dan yola çıkıp gizemli İç Asya’ya giden Plano Carpini, Ruysbroeckli Willem ve Marco Polo neler ile karşılaşmışlar? Üç seyyah Moğolların sosyal ve kültürel hayatlarından nasıl bahsetmiş, kendilerinden olmayanları nasıl tarif etmişler ve nasıl bir “öteki” inşa etmişlerdir? Özellikle Frensizken keşişleri Plano Carpini ve Ruysbroeckli Willem Moğolları “Barbar” olarak tarif ederken, yüklendikleri ön yargıların gücüne tanık olacağız.
Avrupalı seyyahların Moğol algısının ana dayanak noktası olarak konar-göçer yaşamı, yani bozkır kültürünü görmekteyiz. Açıkça görülmektedir ki, söz konusu seyyahlardan Polo belki istisna olabilirse de Moğolları, Avrupa’ya akın yapan, dinsiz barbarlar olarak görmektedir. Moğolların yaşam biçimini anlamada ve anlamlandırmada bu yargılardan sıyrılamamışlardır. Bu durum seyyahların metinlerinde açıkça görülmektedir. Kendinden olmayanlara kendi dünya görüşlerine ve inançlarına göre bakmışlardır. Öncelikle kimdir bu seyyahlar?
Plano Carpini
Plano Carpini, Hristiyan Frensizken tarikatına mensuptur. 1182 yılında doğduğu ve Fransız olduğu bilinmektedir. Carpini, tarikata hizmet doğrultusunda Almanya, İspanya gibi Avrupa’nın birçok yerinde görev yapmıştır. Birçok kere de elçilik görevleri yürütmüştür. 65 yaşına geldiğinde Papa IX. Gregorius’un isteğiyle Moğollara elçi olarak girmiştir. 16 Nisan 1246 yılında Lyon’dan başlayan yolculuğunun rotası, Polonya, Rusya ve Hazar’ın kuzeyinden Orta Asya’ya ulaşmak şeklinde olmuştur. Dönüşü de 13 Kasım 1246 yılında başlatıp, 1247’de tamamladı. Carpini’nin görevi Papa’nn mektubunu sunmak olsa da arka planda, Moğollar hakkında doğrudan bilgiler edinmek, amaçlarını ve planlarını öğrenmek, misyonerlik faaliyetleri yürütmek ve mümkünse Müslümanlara karşı ittifaklar kurabilmek vardı.
Ruysbroeckli Willem
Ruysbroeckli Willem, tıpkı öncülü Carpini gibi bir Frensizken rahiptir. Hristiyanlık inancını yaymak için çok gezmiştir. 5. Haçlı seferine katılmış ve hatta Mısır Sultanı el-Kamil’le görüşmüş, ona dinlerini anlatmıştır. Ruysbroeckli hakkında Fransa kralı Louis’e sunduğu raporu dışında hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Fransa kralının yakın dostu olduğu bilinmektedir. Kralın isteği üzerine, Hristiyan olduğunu düşündükleri Batu’nun oğlu Sartak’a mektup götürmek üzere yola koyulur. 13 Nisan 1253 yolculuğa başladığı tarihtir. Yolculuğa Konstantinopolis’te Ayasofya da verdiği vaazla başladığı bilinmektedir. Buradan Karadeniz’e geçip, Hazarın kuzeyinden Sartak’a, Batu’ya ve son olarak Mengü Han’a varmıştır. Dönüş yolu da aynı rotadan gerçekleşmiş. Kıbrıs adasında Başpiskopos’un emriyle kalmak zorunda olup, hazırladığı raporu krala yollamıştır.
Marco Polo
İki Frensizken rahipten hem misyon olarak hem de yaşam olarak çok farklı olan üçüncü seyyah Marco Polo, 1254 yılında Venedik’te doğdu. Henüz Marco Polo doğmadan ticaretle uğraşan amcası Matteo Polo ve babası Niccolo Polo doğuya yolculuğa çıkar. Bir diğer amcası Andrea’nın da Konstantinopolis ve Kırımda ticari büroları vardır. Polo Kardeşler 1260 yılında Moğol İmparatorluğunun kalbine doğru yola çıkar ve Kubilay Han’a varırlar. Kubilay iki kardeşten Avrupa ve Hristiyanlık hakkında geniş bilgiler edinir. Han onlardan Papa’ya gitmelerini ve Hristiyanlığı anlatacak din ve bilim insanları göndermesi isteğini iletmelerini emreder. Geri döndüklerinde Marco Polo genç bir çocuktur, Polo kardeşler 1271’de onu da yanlarına alır. Kutsal yağdan ve iki Dominiken din adamıyla (yolculuk esnasında korkup geri dönecektirler) yola çıkarlar. Polo Anadolu, İran ve Türkistan üzerinden Kubilay’ın yanına vardı. Kısa sürede üst düzey mevkilere yükseldi ve önemli görevler başardı. Kubilay onları yanlarından ayırmak istemezdi ve bu sebeple geri dönüşlerine izin vermiyordu. 1292 yılında İran kralına eş olarak Prenses Kökeçin’i götürme görevi onların eve dönüş sebebi olacaktır. Marco Polo İran, Hindistan, İç Asya, Çin ve Hindiçin bölgeleri başta olmak üzere birçok yeri gezmiş ve kendisinden sonra gelecek kaşifler için ilham kaynağı olmuştur.
Seyyahlara Göre Moğol Coğrafyasında Hayat
Moğollar ’da sosyal hayatı tanımak için öncelikle kadına ve kadının rolüne bakmak sağlıklı olacaktır. Avrupa’nın ve Hristiyan dünyasının kadına olan bakış açısı, tabiatıyla Moğollarla uyuşmamaktaydı. Avrupa cadı avlarının arifesinde idi ve kadının toplumdaki yeri ve söz hakkı yok denilebilecek kadar azdı. Konar-göçer bozkır halklarının çoğunda olduğu gibi Moğollarda da kadının, sosyal ve siyasal hayattaki konumu Avrupa’ya nazaran çok daha ilerideydi. Polo, kadınların ticaretle uğraştığını görmüş, ailelerin tüm ihtiyaçlarının kadınlar tarafından karşılandığını aktarmıştır. Moğol kadınlarının sevgisinden ve sadakatinden övgüyle bahseder. Polo, Moğol hakimiyeti altındaki ama Moğol nüfusunun çok az olduğu bazı yerler hakkında ise değişik bilgiler vermektedir. Örneğin Peym eyaletinde yaşayan ve çoğunluğu Müslüman olan halkın, evli biri yirmi gün süreden fazla evinden ayrılması halinde karısının istediğiyle evlenebileceği şeklinde bir adeti olduğundan söz eder. Yine Moğol coğrafyasında kalan Kamul eyaletindeki geleneğe göre, yerli halk evlerine gelecek bir yabancıyı ağırlamaktan çok memnun olurlar. Hanede bulunan kadınları yabancıların hizmetine sunarlar. Bu misafirler hanedeki kadınlarla birlikte olabilirlerdi. Misafirler evi terk etmeyene kadar erkekler eve dönmezdi. Bu adetin kendi tanrılarını onurlandırdığını ve bereket kaynağı olarak gördüklerini anlatır. Eyalet kadınlarının çok güçlü ve sadık olduklarından söz eder.
Üç seyyahın da belirtiği gibi Moğollarda çok eşlilik söz konusudur. Ayrıca yine seyyahların dikkatini çeken akraba evlilikleri söz konusudur. Bunları açıklamak gerekirse, anne-baba bir kardeşler haricinde üvey anneleri de dahil olmakla beraber tüm kadınlarla evlenebilirler. Bu adette bozkır halklarının genlinde yaygındır.
Seyyahlar, Moğolların kültürel özelliklerine dikkat çekmekle birlikte fiziki özelliklerine de temas etmişlerdir. Kendileri için yabancı olan bu topluluk, oldukça dikkat çekici şekilde tasvir edilmiştir. Yanakları ve gözleri arasında genişlik olduğu, burunlarının düz ve küçük olduğu, gözlerinin küçüklüğü ve çekikliği, ince belli bir yapıda ve orta boylu oldukları, seyrek sakal ve bıyığa sahip oldukları, saç tıraş şekillerinin değişik olduğu (kazıtıp, yanlardan örme vb.) şeklinde tasvirler yapılmıştır.
Moğolların konar göçer yaşam sürmelerinden mütevellit, kalıcı olarak bir yerde hayat sürmedikleri bilinmektedir. Tuna’dan İç Asya’ya kadar olan saha, Moğolların ve diğer konar göçer halkların yaylak-kışlak alanları arasında hareketlilik gösterdikleri sahadır. Yaylak-kışlaklar, ileri gelen soylular ve kumandanlar arasında parsellenmekle birlikte, çeşitli boylar arasında da bölüşülmüş vaziyetteydi. Seyyahlar Moğolların çadırlarından bahsederken, ince çubuktan yapılmış iskelet üzerine geçirilen keçelerden meydana geldiğini aktarırlar. Çadırın üs kısmında, tam ortada bulunan delikten bahsedilir, bu ışığın içeri girmesi ve içeride yanan ocak dumanının dışarı çıkması içindir. Birçok konar göçer İç Asyalı halk bezer çadırlarda yaşamaktaydı. Eski Türkler’de de yurt adı verilen aynı tarza çadırların kullanıldığı bilinmektedir. Kolay taşınabilen konutların uzunluğu Ruysbroeckli Willem’ın tanıklığına göre ortalama on metre olacak şekildedir. Konutların öküz arabalarıyla taşındığı da yine aktarılmaktadır. Çadırın fiziki yapısı kadar içerisindeki ilişkilerde önemlidir. Çadır içinde her şeyin ve herkesin konumu bellidir. Öncelikle seyyahların aktardıklarına göre ev yani çadır, kapısı güneye bakacak şekilde kurulurdu. Beyin yatağı kuzey uçta olur, kadınlar ise hep çadırın doğusundadır.
Marco Polo, Moğolların sürekli hareket halinde olduklarını aktarmaktadır. Kışın ve yazın mevsimsel hareketlilikler halinde yaşadıklarını gözlemlemiştir. Moğolların ve kadim Asya bozkır halklarının yaylak-kışlak yaşamını sürdürmelerinden dolayı, yaşam için gerekli olan konutları da buna uygun olmalıdır. Sürekli hayvanları için yeni otlaklar arayan bu halk, yaşamını sürdürdüğü çadırı da kolay söküp kurma imkânı verebilecek şekilde geliştirmiştir. Polo’da öncülleri seyyahlar gibi çadırı tarif ederken çubuklarla çevrili ve keçe ile kaplı olduğunu vurgular. Polo bu yapıyı çok düzenli ve ustalıklı bulmuştur. Çünkü hareketli yaşamlarına tamamen uyum sağlayan bir yapı olmasına şahit olmuştur. Polo çadırın tıpkı bir demet gibi toplanıp, arabalar ile taşınabildiğini aktarır.
Moğolların yeme içme adetleri olarak üç kaynaktan da çıkarılabilecek orak sonuç şudur; Moğollar ısırabilecekleri her şeyi yerler. Ölen bütün hayvanları yiyebileceklerini aktaran Ruysbroecli, kımızları olduğu sürece başka yiyecek aramadıklarından söz eder. Etlerini kurutmak suretiyle uzun süreler boyu tüketebildiklerinden söz eder. Kesilen hayvanların hemen hemen hiçbir parçası telef edilmez. Carpini, at, kurt, tavşan vb. hayvanların yanı sıra insan eti bile yiyebileceklerinden bahseder. Bunu şu anlatıyla destekler; “Kıtayların kentini kuşatma sırasında yiyeceksiz kalındı ve her on kişiden biri seçilerek diğerleri için pişirildi”. Carpini Moğolların yemek yeme şekillerinden de rahatsız olmuştur. Konar-göçer kültür ve yerleşik kültür arasındaki yargılardan birisi de temizliktir. Seyyahlar sürekli bu durumdan yakınır. Carpini, kap kacaklarını et suyuyla kaynatarak temizlediklerinden bahseder. Kıyafetlerini dahi çok nadir yıkadıklarından söz eder. Besledikleri hayvanların hepsinin sütün içseler de at sütünün yeri ayrıdır. Et yemeye düşkündürler ancak at sütünün bol olduğu zamanlarda az et yerler şeklinde ifade etmiştir Carpini. 13. yüzyılda kımızın yapılışını Ruysbroecli anlatmaktadır. Atı sağılıp, sütü alındıktan sonra deri veya bez tulumlara koyulup yayılır. Bu şekilde süt mayalanır, çıkan tereyağı ayrılır ve kımız elde edilir. Ruysbroecli, kımızın tadını badem sütüne benzetir ve sarhoşluk hissi verdiğini söyler. Kımız Orta Asya bozkır halklarının en yaygın ve en önemli içeceğidir. Seyyahlar yolculukları sırasında sık sık kımızla karşılaşmışlardır ve Avrupa’nın yabancı olduğu bu içkiyi tatmışlardır.
Moğol coğrafyasındaki en önemli sosyal ve kültürel olay şölenler ve dini törenlerdir şüphesiz. Yılın belirli zamanları hem devlet hem de halkın katılımıyla gerçekleşen büyük etkinlikler yapılır. Bunlar taht törenleri, mevsimlik dini ritüeller, ata ruhlarına saygı sunmak adına yapılanlar ve diğer dini törenlerdirler. Carpini Güyük Han’ın tahta çıkış törenine şahit olmuştur. 1246 yılında gerçekleşen törende bütün ileri gelen kişiler, beyler topladı ve altından tahta Güyük’ü oturttular. Önüne bir kılıç koyup hükümdarları olmasını istediklerini belirttiler, Güyük’te emirlerine kesinen itaat edilmesi şartıyla kabul etti. Daha sonra yere serilen örtüye oturtulan hana “Göğe bak ve Tanrı’yı tanı, yere bak ve üzerinde oturduğun bu keçe örtüyü gör. Eğer ülkeni iyi yönetir, cömert davranır, iyilik yapar, adaleti kendine yön verecek rehber edinir, beylere ve kumandanlara hükmeder ve herkese mevkiine göre hürmet edersen hükümdarlığın parlak olacaktır. Bütün dünya önünde diz çökecek ve tanrı da yüreğin ne isterse sana verecektir, fakat eğer bu söylenenlerin aksine davranırsan sonun kötü olur; herkesin nefretini kazanır ve o kadar yoksul düşersin ki, şimdi üzerinde oturduğun keçeye bile sahip olamazsın” şeklinde ifadede bulunurlar. Söylenilen sözün ardından hatunda hanın yanına oturtulur ve ikisi birden havaya kaldırılıp hakan ve hatun ilan edilirler. Sonrasında önceki hakan Ögeday’ın hazinesinden asillere pay dağıtılır. Carpini, törenden sonra eğlence tertip edildiğinden ve çok içki içildiğinden söz eder.
Marco Polo Kubilay Han’ın yanında kaldığı zaman Beyaz Bayram’a şahit olmuştur. Moğolların yeni yılını kutladığı şubat ayında yapılan bu bayramda, uğurlu sayılan beyaz kıyafetler giyilir. Yıl boyu huzurun ve mutluluğun hâkim olması beklenir. Ülkenin tüm yerlerinden yöneticiler ve soylular Kubilay Han’a değerli armağamlarla birlikte iyi dileklerini sunarlar. Yöneticilerden halka herkes birbirine beyaz şeyler hediye ederler. Mutlu bir şekilde şenlikler yaparlar, iyi dileklerde bulunurlar. Marco Polo, Kubilay Han’a sunulan hediyelerin çoğunlukla beyaz olmasına dikkat edildiğini aktarırken, sonrasında Moğolların Hakan’a hediye sunarken dokuz kere dokuz adet verdiklerini söyler. Hakan sarayında ziyafetler tertip eder. Polo bu bayramın çok ihtişamlı olduğuna ve ülke genelinde yaygın olarak kutlandığına şahit olmuştur.
Ruysbroecli, Moğolların eğlencelerinin çok içkili olduğuna temas eder. Şahit olduğu kadarıyla onların hep sarhoş olduklarını ve içkiye, özellikle de kımıza çok düşkün olduklarından bahseder. Hatta içki içerken çok nahoş bir şekilde yarıştıklarından söz eder. İçki içmek için toplandıklarında, kâhya ateşe, havaya ve toprağa içkiden saçar. Daha sonra beye ve kıdemlerine göre konuklara sunulur. At üstünde içerken at yelesine içki dökme adetleri de vardır. Eğlencelerinde, genellikle erkekler beyin, kadınlarda hanımın önünde dans edip sazlar eşliğinde el çırparlar.
Moğol törelerinde zinanın cezası ölümdür. Yine suçüstü yakalanan hırsızları öldürürler. Ayrıca bazı suçlar için falaka cezası da uygulanır. Evlatlar arasında öz üvey ayrımı hukuken yoktur. Kavgaya tutuşan insanlara müdahale etmezler ve meseleleri kendi aralarında çözmelerini beklerler. Suç işleyen kişiler suçlarını itiraf etmediği sürece öldürmezler. Ama birisi hakkında birden çok şikâyet varsa itiraf etmesi için işkence yaparlar. Eğer kişiler çaldıklarının cezası ölüm gerektirmiyorsa sopalanır, Sürülerden hayvan çalmak veya sürülere karışan hayvanları iade etmeyenlere ölüm cezası uygulanır. Hırsızlar idamdan kurtulmak için çaldıklarının dokuz katını vermek zorundadırlar.
Din ve İnançlar
Avrupalılar Moğolların inancını ve Şamanizm’i ilk olarak Carpini, Ruysbroeckli ve Marco Polo gibi seyyahlardan öğrenmeye başlamışlardır. Moğollar, Şamanizm’e ve ebedi yaratıcı, gökteki tek tanrıya inanmaktaydılar. Bu tanrı görünen ve görünmeyen tüm dünyanın yaratıcısıdır. Tanrılarına dualar ve çeşitli ayinlerle tapınırlar. Keçeden yapılan insanımsı nesneleri de çadırlarının girişine asarlar bunlara hürmet ederler şeklinde aktarımda bulunan Carpini, bu keçeden nesnelere hürmetin bereket getirdiğine inandıklarını anlatır. Bilinmektedir ki kadim Orta Asya inançlarından olan atatalar kültü bu inanışta egemendir. Bu nesnelerin ata ruhlarını barındırdığına inanılmasından dolayı saygı görürler. Bir ilah vasfını yüklenmezler. Carpini, keçeden heykelciklerin yapılışını da tarif etmiştir, bu eylemin özel dini ritüellerle olduğunu aktarıp, keçe yapımından sonra kurbanların kesildiğinden ve kemiklerinin ateşe atıldığından bahseder. Yine saçı olarak sunulan kurbanların ve yiyeceklerinde bu keçeden heykelciklere sunulduğunu kendi bakış açısıyla aktarır. Carpini, genel olarak tabiatta bulunduğuna inanılan ruhlara yapılan saçılara şahit olmamış ve sadece ata ruhlarına saygının ifadesi olan aktarıldığı tarz ritüellere şahit olmuştur. Bu da onun algısında bir değişiklik yaratmış olabilir. Cengiz Han’a ait olduğunu belirttiği keçenin hürmet görüp, Güyük Han’ın otağında bulunuyor olduğunu aktarır. Bu noktada da bakıldığında bu heykelciklerin ataya hürmet aracısı olarak görüldüğü açıktır. Gerçekleştirilen hürmeti, puta tapınmak olarak yorumlamak basit bir ön yargıdan öteye geçemez.
Marco Polo Moğolların inancı ile ilgili bilgiler verirken, Moğolların gökte yaratıcı tek tanrıya inandıklarını söyler. Sadece zihnen ve bedenen sağlık dilerler der. Keçeden yapılma tanrı ifadesini Marco Polo’da da görüyoruz. Bu putun, Nagitay isimli bir tanrıya ait olduğundan söz eder. Eşlerini ve çocuklarını bu heykellerle ilişkili görürler. Kadın ve çocuklarını koruduğuna inanırlar. Yer alemiyle ilgili her işle bu tanrının alakadar olduğuna inanırlar. Et yerken en yağlı kısmını bu keçeden heykelciğe, karılarına ve çocuklarına ikram ederler. Daha sonra etin suyunu kapı önüne, toprağa dökerek diğer ruhlara ikram ederler.
Kadim İç Asya inançlarının ortak noktalarından biri olan tabiat kültlerine inanma Moğol inancı içerisinde de yer almaktadır. Moğolların aya, güneşe, suya ve toprağa taptıklarını anlatan Carpini, sabahleyin ilk önce yiyeceklerini onlara sunduklarından bahseder. Ayrıca insanların inançlarını inkâr etmeye zorlanmadığını da anlatmaktadır. Moğolların dinlere hoşgörülü yaklaştıkları bilinmektedir.
Moğolların din meselesindeki dikkat çekici bir olayı Ruysbroeckli’nin seyahatnamesinden alıyoruz. Frensizken rahip, Mengü ile bir yaptığı din tartışması yapmıştır. Mengü Han burada kendi inancını şöyle açıklamıştır “biz Moğollar tek bir tanrı olduğuna, onun aracılığıyla hayata kavuşup, onun aracığıyla öldüğümüze inanırız ve kalplerimizi ona yöneltiriz”. Moğolların kendi ifadesiyle dinleri bu şekildedir. Mengü Han tartışmada, Ruysbroeckli’ye Hristiyanların inançlarının emirlerini yerine getirmediklerini söylemiş ve kendilerinin şamanlar rehberliğinde huzur içinde yaşadıklarını anlatmıştır. Bu tartışmada Avrupalıların barbar olarak gördüğü bu insanların aslında onların inancı hakkında bilgi sahibi olduklarını ve Moğol coğrafyasındaki misyonerlerin faaliyetini iyi okuduklarını görüyoruz. Özellikle Carpini ve Ruysbroecli’nin yazdıklarından anladığımız kadarıyla, Hristiyan tarikatların Moğol coğrafyasında misyonerlik rekabetleri söz konusu olmuştur. Asya’da dolaşan tarikat ve mezhepler kadar da Hristiyanlık vardır diyebiliriz. Çünkü her bir mezhep ve tarikat keşişleri, kendi misyonu adına insanları örgütlemeye çalışmakta ve diğerleriyle rekabete girişmektedir. Özellikle doğu ve batı kiliseleri arasındaki tartışmalar açıkça bu coğrafyada da sürmüştür.
Dini inanç içinde önemli rolleri olan şamanlar, Moğolların ve konar-göçer halkların dinlerinin inanç önderleri ve uygulayıcısıdırlar. Bu konuda detaylı bilgileri Ruysbroecli vermektedir. Moğolların onların sözünden ve rehberliğinden çıkmadığını ifade eder. Astronomi konusunda bilgin olduklarından bahseder. Güneş ve ay tutulmalarında özel ritüeller gerçekleştirdiklerinden söz eder. Şamanlar yapılacak eylemlerin günlerini onlar tayin eder. Savaşların ne zaman yapılıp yapılmaması gerektiğine bile şamanlar karar verir. Ruysbroecli Moğolların, Avrupa’ya tekrar bir akın yapmamasının sebebini, şamanların buna izin vermemeleri olarak açıklar. Yine şamanların saraya gelen her şeyi ateşle arındırarak içinden pay aldıklarından söz eder. Ruysbroecli, bu tarz adetlerin örneklerine bizzat şahit olmuştur. Ayrıca şamanların mayıs ayının dokuzuncu günü toplanıp, ak kısrakları kutsayarak ilk kımızı yapıp saçı olarak toprağa serpmek suretiyle şenlikler düzenlendiğinden bahseder. Bu törenlerde Hristiyan papazların da hazır bulunduğunu aktarır. Şamanlar, doğan bebeklere yazgı çizer, hastalıkları tedavi eder, büyülerle uğraşırlar. Tabiat olaylarına müdahale edebilme güçleri vardır. Kötü ruhlarla ve şeytanla iletişime geçebilenlerin de olduğundan bahseder.
Sonuç olarak;
“Eski Dünya’nın” en hareketli zamanlarında Avrupa’dan Doğu’ya giden seyyahlar, “Yeni Dünya’nın” keşfine ilham olurlar. Anlattıkları olaylar ve hikayelerle birçok meraklı Avrupalı bilinen dünyanın sınırlarını zorlamaya başlar ve anlatılanları arama peşine düşerler. Bunun yanı sıra farklı toplumlar arasında bilgi alışverişini sağlarlar. Doğru veya yanlış insanların birbirleri hakkında daha fazla bilgiye sahi olmalarına aracı olurlar. Seyyahların kendi kültürleri ve toplumları dışındaki insanlara bakış açılarını, yargılarını ve “öteki” olanı nasıl anladıklarına şahit olabilmekteyiz.
Dini değerlerinin ve ön yargılarının etkisinden kurtulamayan Carpini ve Ruysbroecli’nin seyahati bize önemli bilgiler verse de kendileri açısından başarısız olmuştur. İki seyyah da amaçlarına ulaşamadan yolculuklarını tamamlamıştırlar. Ancak bunlardan farklı olarak Marco Polo tamamıyla bilinmezliğe yönelik bir seyahate çıkmıştır. Gençliğinin verdiği öğrenme ve keşif arzusu onu ateşlemiştir diyebiliriz. Meraklı ve zeki kişiliği ile birlikte, babası ve amcasının yardımıyla çok kısa sürede dünyanın en hareketli bölgelerini tanıma fırsatı bulmuştur. Pek çok Moğol’un olamadığı kadar Kubilay Han’a yakın olmuştur. Geriye döndüğünde, Venedik Cenova savaşında esir düştüğü hapishanede, Rustichello’ya (Vakanüvis) anlattığı seyahatin, belki de dünya tarihinde büyük etkilere sebep olacak olaylara ilham olacağı bilinmezdi.
KAYNAKLAR
Jean Paul ROUX: Moğol İmparatorluğu Tarihi
Marco POLO: Seyahatname
Plano CARPİNİ: Moğolistan Seyahatnamesi 13. Yüzyılda Avrupa’dan Orta Asya’ya Yolculuk (1245-1247)
Willem RUYSBROECLİ: Mengü Han’ın Sarayına Yolculuk 1253-1255