Loading

Sıradan

Sanki Her Zamankinden Daha Sıradan.

Bana ' Çavdar Tarlasında Çocuklar ' kitabını hatırlatan bir görsel

Hava her zamankinden daha berrak ve süzgündü. Masmavi bulutların arasından cehennem ocağı gibi tostoparlak beliren güneş, her alnı boncuk boncuk terletiyordu. Gürgen ağaçlarındaki yemyeşil yaprakların bu hararette nasıl kavrulup düşmediklerine hayret ediyordum. Araba tekerleklerin aşındırmasıyla kuru toprakta oluşan izlerin ardı sıra yürüyordum. Sağımda ve solumda ekinler boy boy  olmuştu. Sarı gelin gibi salınan uzun başaklar çatlayacakmış gibi sararmıştı. Altından gövdelerin üstünde parlayan her bir kelle öyle dolgun öyle bereketliydi ki incecik saplarıyla toprağa ağmışlardı. Çocukken anamın bu koca ovalarda ufuk kararıncaya kadar orak salladığı günler aklıma geldi. Zavallı anacığım kirli eşarbının altından çıkan keçeleşmiş saçları terli yüzüne yapıştıkça kederli bir türküye çatlak dudaklarında can verirdi.

  Uğruna acısız günden geçemde                                                                                                                                                 

Ovalar boyunca ekin biçemd

Kazanlar dolusu zehir içemde

Yandım hasretine gel artık sevdam…

 Bu mısralar dilinde deveran ettikçe sanki hiç yorulmamış gibi, koskoca ovaya meydan okurmuşçasına orağına yapışır, günün alabildiğine ekin biçer, suya tere batardı. Anamın evin tüm işini halledip tarlaya gitmeye hazırlandığı saatte güneş turuncu bir top gibi çıplak havada yuvarlanırdı. Eteğine yapışıp peşine düştüğüm zamanlarda beni bir türlü evde kalmaya ikna edemezdi. Tarlada sıcak öğle güneşinin altında oynarken “ağacın altına git kuzum “ diye bağırırdı. Böyle zamanların çoğunda güneşten beynim pişer günlerce burnumdan ılık salyalar akardı. Anam beni öfkesine bürünmüş şefkatiyle azarlar “seni bir daha tarlaya götürmem yeminim olsun.” derdi. Ben iyileşince eteğine yapıştığımda dayanamaz yine götürürdü.

  Sanki her zamankinden daha sıradan bir gündü. Dağlar, taşlar, bulutlar, güneş ,her şey olması gerektiği yerdeydi. Dallardaki ufak kuşlar gagalarıyla tüylerini temizliyor, sivri sinekler en kanlı kurbanlarını sömürüyor, benekli çocuklar sallanan dişlerini çekiyordu. Sanki gün hiç  bitmeyecek, sonsuz bir zaman dilimine yayıldıkça yayılacaktı. Sol tarafımda bilek  kalınlığında suyuyla her mevsim aynı bereketle akan kaynarca çeşmesi vardı. Daha küçükken bu çeşmenin oluğunda boğduğum kardeşim geldi aklıma. Su içirmeye çalışırken ağzını oluğa yanaştırmak için vücudundan kavrayıp oluğun üzerine kaldırmıştım bedenini. Sonra ne olduysa elimden kurtuldu ve suya düştü. Küçük kollarımla kurtarmaya çalıştım ama ağırlaşan elbiseleri takatimi kesmişti. Eve varıp anama haber verinceye kadar tüm ciğerleri suyla dolmuş, yanakları şişmiş, gözleri korkunun ifadesiyle büyümüştü. Kulakları arkaya sarkmış ve tüm bedeniyle birlikte ayakları da ölümün biçimsizliğiyle gerilmişti. Zavallı anam , kardeşimin ölüsüne sarılıp ağlarken sadece korktuğumu hatırlarım. Anamdan  ilk ve son dayağı o gün yediğimi bile yıllar sonra farkettim. Kucağındaki ufak cansız bedeni titreyen elleriyle sarstıkça  bana tokat attı ve yüzüme tükürdü.

    Gün her zamankinden daha uzundu sanki. Keskin gözleriyle tepede kıvranan atmacalar kendilerine uygun bir av arıyorlardı. Her zamankinden daha soğuk akan katil kaynarca, kanlı sularını yıkamaya bir türlü muvaffak olamıyordu. Ben ise kaynarcadan bir yudum bile su içmeden geçtim. Zavallı anneciğime dünyayı zindan eden, biricik kardeşimi kollarımdan çekip alan bu pınarı buz gibi, müebbet azabıyla baş başa bıraktım. Sonsuz bir gülümseme incecik dudaklarımda uzadıkça uzadı. Sanki büyük ateşi tutuşturmuş bir kıvılcım gibi önce tüm ovayı, ardından tüm evreni sardı. Şakaklarımdan boşanan terler gözyaşlarıma karıştığı vakit tertemiz bir pınar olup ova boyu akasım geldi. Kardeşimin her zerresini bulup canıyla anamın kucağına veresim ve sonrasında  kansız bir pınar olasım geldi. Tatlı bir rüzgarın okşamasıyla raks eden binlerce buğday tanesinden birisi olmak istedim. Altından başını toprağa ağmış, ambarlara sığmayacak kadar bereketli mahsulü olan bir başak. Kafamın içinde tezahür eden yaralar ruhumu deşmiş, tüm düşündüklerim birbirine karışmıştı. Ağrıyan topuklarımı parçalarcasına toprağa vuruyordum. Köyün içinden geçip küçük minareli caminin ötesindeki eve varacak ve ufak bir çocuk gibi davranacaktım.

    İki odalı ahşap ev her zamankinden daha kusurluydu. Dar pencereler günün hiçbir saatinde ardını göstermeyecek kadar kirliydi. Kırmızı kiremitler tahta çatıyı içe doğru ağdırmıştı. Basık tavanlı evin her duvarının sıvası dökülmüş tahta döşemeleri gün yüzüne çıkmıştı. Taşla yükseltilen alt bölümün taşları ahırın içine doğru yıkılmıştı. Eski kapıyı ardına kadar ittim. Menteşeler acıyla gıcırdadı. Salonun ortasında her zamankinden daha yaşlı bir kadın… Ak saçları kızıl kınalarla parlıyor. Küçük gözleri çapaktan kaybolmuş. Çıplak salonun kuru tahtasında elinde kalburuyla sanki bir şeyler ayıklıyordu. Kalburu salladıkça titrek dudaklarından cansız türküler dökülüyordu.

 

Günler geceleri kovalayanda

Gurbetin zevkine artık doyanda

Kızgın miller ile gözüm oyanda

Yandım hasretine gel artık yavrum.

 Gözlerimin yaşını sildim ve “Ana ben geldim “dedim. Kalburu salladıkça sanki dertlerini sallıyordu. Küçücük yüzünde acıdan başka ifade yoktu. “Geç kaldın. Çok geç…”dedi. Gözlerinde sanki hiç ışık yoktu.” Ana hani seni hacca götürecektim ya , işte o yüzden geldim.” dedim. Her uzvu ufalıp kaybolmuş beli bükülmüştü anamın. “Beni Kabe’ye götüremedin , vakit yok” dedi. Gözlerim yaşla doldu. Benim uğruma gün yüzü görmemişti bu kadın. Unutulmuş bir köye koskoca bir ömür sığdırmış, hiç dinmeyen bir yağmur gibi senelerce yağmıştı.

  Anamın yüzü her zamankinden daha solgundu. Çenesinin altından bağladıkları kalın bez dişlerini birbirine kenetlemişti. Ağzından akan suyu bir bezle siliyorlardı. Odanın ortasına yayılmış bembeyaz çarşafın altında cansız bedeni uzanıyordu. Karnının üstünde ışıldayan demir bıçak ölümü temsil edermiş gibi sivrildikçe keskinleşiyordu. Ağlama sesleri odanın duvarlarında yankılanıyor, ahşap duvarlar çınlıyordu. Titrek dudaklarda can çekişen yarım ağıtları görünce her gün gülenlerin bu gün nasıl ağladığına hayret edilirdi. Artık gözlerim kararıyor, başım dönüyordu. Ayaklarım vücudumu taşıyamayacak kadar hafiflemişti. Tahta döşemeye doğru yığılırken anam elinde kalburu dertli bir türkü söylüyordu.

 Gündüzleri gece ile biledim

Dertlerimi kalbur ile eledim

Gönlüm tutuştukça huzur diledim

Yandım cefa ile gel artık ölüm…

Yaşar Aydıner
Standart Üye / 9 Yazı / 17,4K Okunma

Kısa hikaye yazarı

ELİF 10 Eylül 2020 - 21:48:53

Yanıtla

Çok sarsıcı bir öykü olmuş. Devamını merakla bekliyorum

Zeynep 01 Kasım 2020 - 19:43:35

Yanıtla

Bir süredir göz atamıyordum, siteye... Yine tatlı, ama çok tatlı bir şey okumak için gezinmeye başladım biraz önce... İsminizin altında sıralanan üretimlerinizin arttığını görünce o kadar sevindim ki, buna siz bile inanmazsınız! Yine; bu hikayenin ilk cümlesini okudum ve bıraktım, -tabii ki sonraya... Daha sonra nasıl güzel bir zamanda, nasıl bir lezzet hissiyle okuyacağımı hayal ederek, çocuksu ve anlatılmaz bir mutluluk beklentisiyle... Kim bilir, ne çok insanın ruhuna dokunup hiç bilmeden ne kadar değerli hediyeler veriyorsunuz. Umarım ki, kitaplarınızı da okumak nasip olur.


Yorum Yap

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

ya da üye olmadan yorum yap ve onaylanmasını bekle.
ÜST