Loading

Sınıfsal Ayrışmaların Ortaya Çıkışı: Artık Ürün, Rahipler, Yöneticiler ve Devlet

Toplumun sınıflı yapıya bürünmesinin tarihsel seyri

babil kulesi

İnsanlık tarihinde "uygarlığın" ilerlemesinin bir bedeli oldu. Kentsel toplumların ortaya çıkışından sonra, MÖ. 3000’lerde okur yazarlığın nispeten yaygınlaştığı dönemde “köle kız” ibaresi taşıyan tabletlere rastlanır. “Erkek köle” ifadeleri ise bundan bir süre sonra ancak ortaya çıkar. Bunları, “özgür vatandaş, tam, halktan insan” veya alt statüyü temsil eden bir takım farklı ifadeler takip eder. Söz konusu dönemde artık sınıf farklılıklarının delilleri, oldukça açık şekilde görülür. Bu dönemde, Irak Diyala Vadisi’nde kurulmuş Eşnunna kentinde, yol üzerinde bulunan büyük konutlar 200 metrekare alana sahipti. Diğer taraftan ise, dolambaçlı dar ara sokaklarda bulunan evlerin çoğu 50 metrekareyi geçmezdi. Toplumsal sınıfların en altında köleler vardı. Örneğin tek bir tablette, büyük bir dokuma işletmesinde çalışan 205 köle kadından bahsedilir. Yine bu dönemde erkek kölelerden “kör olanlar” olarak bahsedilmekte, daha çok bahçe-tarım işlerinde çalıştırıldıkları anlaşılmaktadır.

“Uygarlığın zuhur etmesi” genel anlamda insanlık tarihi içerisindeki büyük ilerlemelerden birisi ve de tarihi, tarih öncesinden ayıran adım şeklinde düşünülmektedir. Fakat, “uygarlık” ortaya çıktığı yerde; sınıfsal ayrışmalarla, bazı ayrıcalıklı azınlıkların doğması ve bu kişilerin halkın sırtından geçinmesi ile, söz konusu azınlığın iktidarını öteki kesimlere kabul ettirmek için askerleri, silahlı kişileri, casusları diğer bir ifadeyle “devlet” mekanizmasını inşa etmesi gibi alameti farikalarla gelmiştir. Sadece Mezopotamya’da değil, diğer uygarlıklarda da kölelik ve kimi kişilerin birilerine fiziksel olarak tahakküm kurması, bu durumun somut örneklerindendir. Söz konusu durum toplumsal farklılaşmaların, köy toplumu ve kan bağı temelli toplumlardan sonra ne kadar “ilerlediğini” de gösterir.

Kölelik, eski Mezopotamya iktidar sınıfı için nispeten fazlaca bir önem arz etmiyordu. Üst sınıflara ve tapınaklara emeğini sunmaya zorlanan emekçilerin ve köylülerin sömürülmesi daha da önemliydi. Mabetlerin ve çiftliklerin arazilerinde gruplar halinde çalıştırılan, gemilerde çalıştırılan, su kanalları kazan ve şehir güvenliği için kullanılan, özgürlük derecesi ve statüsü düşük kişiler vardı. Senenin dört ayı bu arazilerde çalışarak, emekleri karşısında ancak hayatta kalabilmelerine yetecek kadar gıda alırlardı. Yine tapınakların veya devletin arazisinden küçük arazi parçaları da bu kişilerin kullanımına verilirdi. Söz konusu topluluklar bir müddet önce bağımsız köylülerdi, fakat sonra onlardan daha güçlü kişiler, özellikle tapınaklar ve yöneticileri tarafından bağımlı olmaya mecbur edildiler.

MÖ. 2500 senesinde, ayrıcalıklı ruhban sınıfın, cenazeler üzerinden fazlaca ücret almak benzeri, farklı zorbalık yolları uyguladığını; tanrının (aslında toplumun) toprağını, hayvanını ve hizmetçilerini kendi özel mülkleri ve köleleri gibi kullandığını görüyoruz. Bunu dönemin Lagaş kentinden bir metinle örneklemek gerekirse: “Ulu rahip, fakirlerin bahçesine geldi ve odun aldı… Eğer büyük birinin evi sıradan birinin evinin yanındaysa, ulu rahip hiçbir bedel ödemeden bu eve el koyabilirdi.” Bu eski metin, gerçek sınıf çatışmasının somut işaretini göstermektedir.

Bu çağda sömürü çok büyük boyutlara varmıştı. Sadece Lagaş kentinde, MÖ: 2100 yılında en az bir düzine tapınak ve bunların tarım yapmak için kullandıkları geniş araziler vardı. Emekçiler üretilenden payını ancak karın tokluğu olarak alırken, payın çoğu tapınağa, rahiplere ve krala gidiyordu. Antik çağ metinlerinde, günümüzde hayranlıkla okunan eski kahramanlık mitlerinde sık sık sözü geçen ceset denizleri veya akarsular üzerinde yüzen cesetler, acıdır ki çoğunlukla yoksul halkın bu dünyadan son geçit merasimleridir.

Amerika kıtasında da durum aşağı yukarı aynıydı. İlk Amerikan uygarlıklarından Olmeclere ait eski tasvirlerde, birilerinin önünde diz çöken insanlara rastlanır. Gösterişli kıyafetlerle ve çeşitli armağanlarla donatılmış bazı insan tasvirleri görülür. Bazı mezarların özel ehemmiyetle hazırlanması ve süslenmesi söz konusu olmuştur. Bütün bu somut deliller, o zamanın toplumunun bir takım sınıflara ayrıldığını göstermektedir. Mayaların çok odalı yapılarının mevcudiyeti, toplumun seçkinler ve sıradan halk olarak ayrıldığını gösterir.

Durum böyleyken asıl soru şu olmalı; önceden birbirini ezmeyen ve sömürmeyen kişiler neden aniden bu şekilde davranış göstermeye başladı ve de toplum bu sömürü ve baskıya niçin katlanıyordu? Avcı/toplayıcı yaşama ait on binlerce senelik, ilk tarım toplumlarına ait binlerce yıllık kaynaklar, insanın bu tarz davranışa kendiliğinden yönelmediğini işaret ediyor.

Söz konusu değişikliğe yönelen toplumların tek açıklaması, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ileri sürülmüştür. Marx, “üretim ilişkileri” ve “üretim güçleri” arasındaki ilişkinin ilerlemesine dikkat çekiyordu. Kişiler hayatın sürmesi için gerekli olan şeyleri üretmek adına farklı yollar, maddi problemleri aşar gibi görünen yeni yollar keşfediyordu. Fakat söz konusu yeni üretim yöntemleri topluluk içerisinde yeni ilişkiler inşa etmeye başlamıştı. Artık bir noktada ya yeni ilişki şekillerini kabullenmek ya da hayatı idamenin yeni yollarını kabul etmemek mecburiyetinde kalıyorlardı.

Sınıflar, geçimlerini devam ettirme ve hayatlarını sürdürme yöntemindeki yeni değişikliklerden doğdu. Üretim yöntemleri, hayatı idameden öteye geçip artık ürün üretebilecek topluluklara açıktı. Lakin yeni yöntemler, topluluğun etkinliklerini düzenleyebilmek adına, kimi kişilerin tarlada çalışma mecburiyetinden alınarak, artık ürünün tüketime sokulmadan ilerisi için ambarlara saklanması adına çalışmasını gerektiriyordu.

Söz konusu dönemlerde üretim şartları hala sağlıklı değildi. Doğal afetler, kuraklık veya çekirge istilaları mahsulleri telef edebilir, artık ürünü açığa çevirerek, kıtlık tehlikesine karşın kişileri ambarlara istiflenen gıdaya yönlendirebilirdi. Dönemin mevcut yeni şartlarında, üretimi kontrol etmek adına tarlalarda fiziki çalışmadan ayrı tutulanlar, bu aşamayı geçmenin tek yolu olarak, diğer kişileri aç kaldıklarında ve yorulduklarında bile çalışmaya, aç olduklarında bile bir yerlere yiyecek istiflemeye mecbur ettiler. Bununla beraber atık söz konusu “liderler”, kaynaklar üstündeki kontrollerini halkın ortak menfaati gibi gören “hükümdarlara” evirilebilirdi. Diğerlerine zulmetmek pahasına toplumsal ilerlemeyi kendi refahlarına dayalı görmeye ve kendilerini, zaman zaman tüm topluluğu riske atan yoksulluk ve açlıktan korumaları gerektiğine inanmaya başladılar. Özetle toplumun geneli için hareket etmektense, sanki kendi menfaatleri sarsılmaz bir şekilde halkın genelinin menfaatiymiş gibi davranmaya başladılar.

Sınıfsal ayrımlar, artık ürün meydana getiren üretimin, hayata dahil olmasında madalyonun diğer yüzüydü. İlk tarım toplumları, arazilerinde sınıfsal ayrımlar olmaksızın yaşamışlardı. Fakat toplum büyüdükçe yaşam, daha zor koşullarla mücadele etmeye bağlı olur hale geldi. Bu durumda toplumsal ilişkilerde yeniden örgütlenmeyi zaruri kıldı. Daha evvelki sınıfsız toplumlarda itibar sahibi gruplar, sulama sistemleri yaparak, yeni araziler tarıma açarak ve üretim için gerekli iş gücünü organize etmeye başladılar. Fazla ürünün kontrolünü ve bunları yaşanacak kıtlık tehlikelerinden korunmak adına kullanmayı, toplumun yararı olarak gördüler. Dolayısıyla bu gruplar, topluluk için gerekli şeyleri çeşitlendirebilecek büyük çaplı ticaret yapan ve savaş yöntemiyle diğer topluluklardan ürün almada mahir gruplar oldular.

Toprağın verimsizleşmesi, afetler ve savaşlar, sınıfsız tarım topluluklarında ciddi problemlere yol açabiliyor ve eski düzenin devamlılığını zorlaştırıyordu. Dolaysıyla toplum, yeni üretim yöntemlerine bağımlığa itiliyordu. Nitekim bütün bu hadiseler, bazı varlıklı aileler eski sorumluluklarından tamamıyla kurtulduğu ölçüde mümkün olabilmekteydi. Saygınlık adına halka verilecek servet, diğerleri ezilirken sefasını sürebilecek bir zenginlik halini aldı. Toplulukların liderlerinin kendi öz üretimlerini topluluğun çıkarı için kullanması süreci, topluluğun kendi emeğini ve üretimini, liderlerin menfaatine adamasına varmıştır. Vuku bulan savaşlar, bazı kişilerin ve ailelerin diğer toplumlardan aldıkları ganimet ve haracı, elinde biriktirerek itibar devşirmelerine imkân sundu. Hiyerarşik düzen, toplum içerisinde daha da görünür oldu.

Söz konusu süreçler içerisinde hiçbir zaman kendiliğinden hareket eden bir şey söz konusu değildi. “Modern çağa” kadar yeryüzünün birçok yerinde, topluluklar pulluk veya sulama sistemlerine yönelmeden de ilerlemeyi başardı. Yanlış ifadeyle “ilkel” olarak tanımlanmış toplumlar olan Papua Yeni Gine, Afrika, Pasifik Adaları, Güneydoğu Asya ve Amerika’nın son zamanlara kadar devam eden toplumlarını bu duruma örnek olarak verebiliriz. Fakat bazı şartlar, yaşamak adına, farklı yöntemleri benimsemeyi zaruri hale getirmiştir. İktidar sınıfları, bu tarz tekniklerin ve berberinde kentlerin, devletlerin ve genel anlamda bizim “uygarlık” dediğimiz nesnenin örgütlenmesinden vücut buldu. İnsanlar doğa üstündeki müdahalesini ilerletti; fakat bu durumun bedeli de toplumun çoğunun imtiyazlı bir azınlığın sömürüsüne maruz kalması oldu.

Bahsi geçen imtiyazlı grupların, artık üretimi kendilerinde tutabilmelerinin yegâne yolu, halkın geneli zor şartlara katlanırken baskıcı mekanizmalar (devlet) inşa ederek, kendi iktidarlarını topluluğun geriye kalanına uygulamaktı. Üretim fazlası ürünler üzerindeki kontrol, sömürü gruplarına gerekli araçları getirdi; silahlı kişilere ve metal işçiliğine yatırım yaparak, ölümün en etkin halini tekellerine aldılar. Silahlı güçler, yönetimdekilerin iktidarını toplumun mevcudiyetinin temeli gibi yansıtan kanunlar ve ideolojiler yoluyla desteklendiğinde daha da etkili oldu.

Zamanla, iktidardakilerin halkın yüksek değerlerinin temsilcisi olduğu algısı yaratıldı. Bunu böyle görenler yalnız yönetici sınıf değildi; bazı durumlarda, sömürülenler böyle görüyordu. Halkın üretimine el koyanlar, halkın kendini tekrar üretme mekanizmalarını denetim altına aldıkları için, alt sınıflardakiler için topluluğun kudretini temsil ederlerdi; tanrılaşmış veya tanrı ile insanlar arasındaki aracı şeklinde görülebilmektelerdi.  Mısır, Mezo-Amerika ve Mezopotamya’nın ilk yöneticileri sınıflarının tanrısallık ve rahiplik taşımasının sebebi budur.

Sınıflı toplumlar öncesinde halk içerisinde her çeşit inançsal kavram mevcuttu. Örneğin, bazı bitkiler çiçeklenirken bazılarının çiçeklenmemesini, doğa olaylarını, bol avlı seneleri, kıtlık senelerini, ani ve beklenmeyen ölümleri, büyülü varlıklara atfetmekteydiler. Sınıfların ve devlet mekanizmasının “zuhur etmesiyle”, insanlar artık kontrolleri haricindeki toplumsal kuvvetlerin varlığıyla da anlaşmak mecburiyetindeydiler. İşte bu esnadan sonra örgütlü din kurumları doğdu. Kişiler kendi kazanımlarına ve başarılarına yabancılaştıkça, tanrılara tapınmak giderek başlı başına bir çeşit toplumsal tapınma durumuna geldi. Bu durumsa toplumun başarılarından sorumlu olduğunu ileri süren, üreten halka müdahale eden, ürünleri tekeline alan ve kendilerini, kurdukları düzeni desteklemeyen kişilere karşı askeri güç sergileyenlerin kontrolünü daha da büyüttü.

KAYNAKLAR:

Chris Harman: Halkların Dünya Tarihi

Neil Faulkner: Marksist Dünya Tarihi

Yuval Noah Harari: Hayvanlardan Tanrılara Sapiens

Onur Köse
Redaktör / 56 Yazı / 425,5K Okunma

| 🌿🐢 Yol, Tarih ve Doğa


Yorum Yap

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

ya da üye olmadan yorum yap ve onaylanmasını bekle.
ÜST