Loading

İĞDE SOKAĞI

Masalsı bir sokak...

Yüz ve ayna

Taş yollardan, eski evlerin sokak aralarından, sur diplerinden geçtim. Dar bir geçidin sonuna nefesimi tutarak gelebildim; iğdelerin gümüşi aydınlığındaydım. Ama karanlık bir yanı vardı sokağın. Ürpererek geçtim rüzgarda hışırdayan iğde yapraklarının altından. Bir görünmezlik pelerini vardı da sanki sırtımda, sormuyordu kimse bana adımı. Pazarda elma satan adamın tezgahından kırmızı bir elma aldım. Gözlerine baktım ama beni görmüyordu. Birine çarptım dönüp özür diledim. Ama sesim duyulmadı. Sonra dönüp cüzdanımı yokladım. Üstümde ne para, ne kimlik hiçbir şey yoktu. Biri bana adımı sorsa diye düşündüm. Bilmiyordum. Kırmızı elmayı ısırdım. Tad alamadım. İlerledim. Kasımpatıların arasından geçtim; mor, sarı, beyaz… Acımsı güzellikte bir koku yayılıyordu etrafa. Bir adım sonrasının neresi olduğunu bilmediğim bir sokakta ilerlemeye başladım. Ölmüştüm de cennete mi gelmiştim? Şu dünyadan bir gölge gibi gelip geçmeyi başaramamıştım da cennet tam benlik bir yer miymiş? Ne adım ne sanım varmış. Bilemedim.

Ayağımdaki halhal çınlayarak bölüyordu sesizliği: Çın çın…

Sokağın sonunda bir yokuş buldum. Rüzgar çanları, rüzgar gülleri… Rüzgarlı bir sokakta terk edilmiş evlerin balkonlarında begonviller… Rüzgar esti, iğdeler hışırdadı. Dalların arasından gün ışığı vurdu yüzüme. Bir ses duyar gibi oldum. İrkildim. Bir kara kedi dolandı ayağıma. Yürüdüm. Ayaklarıma dolanan kara kedinin yumuşak tüylerini hissettim tenimde. Eğilip kucağıma aldığımda onu, eski bir rüyayı yeniden hatırlarken buldum kendimi. Bir kedi bir kediyi doğurdu ve anne kedi yavru kediyi bırakıp gitti. Zamanında yetişip, hissetmeden annesizliğini alamadım kucağıma, yeni doğmuş bakışsız kara kediyi. Bir ses duydum “artık çok geç…” uyandım. Eskisi kadar acıtmıyordu artık geç kalmış olmak. Hayat çoğu zaman geç kalmaktı zaten. Kedi kucağımda, yürüdüm denize doğru.

Bir sokakta iğdelerin gölgesinde rengarenk tabureler vardı. Birine oturdum ve bir şarkı söylemeye başladım. Geldi. Mavi tabureye oturdu. İğde sokağında huzursuz bir baykuş öttü. Uzaklardan sesi duyuldu. Taş binalara ve yollara güneşin son ışıkları vuruyordu. Bizden başka kimse yoktu burada. Gömleği çok güzeldi. Pantolon askısı ona çok yakışıyordu. Bunları ona söyleyemedim. Dudağımı ısırdım. Sustum.

Geçen hafta ölmek istemiştim. İkimizin de bildiği ama üstünde konuşmaktan sakındığı bir gerçekti bu. Önümüzde tahta, alçak bir masa vardı. Çıkarıp el yapımı bir şarabı kadehlere boşalttım. Baykuşun huzursuz ötüşü yerini cırcır böceklerinin ve gecenin rahatlatan sesine bırakmıştı. Bu yazdan kalma bir geceydi. Uzaklardan çocukluk sesleri geliyordu ve kıyıya vuran dalgaların taşıdığı, denizin tuzlu yosunlu kokusu burnumuzdaydı. Ayakkabılarımızı çıkardık ve iğde ağaçlarının altından, denize doğru yürüdük taş yolda. Akşam güneşi taşların üstünden çekileli çok olmamıştı. Ayaklarımızın altında sıcaklığını hissedebiliyorduk hâlâ gün ışığının ve iğde çiçeklerinin kokusu burnumuzdaydı. Kumsala vardığımızda kadehlerimizde çok az şarap kalmıştı; kıyıya oturduk. Beyaz elbisemin etekleri kumsalın rengine bürünmüştü: Altın sarısı… El yapımı şarap hafif bir sarhoşluk vermişti bize. Bir şiir okuduk. Son kez batırdık güneşi birlikte. Son kez avuçlarımdaydı elleri. Son kez nasıl bakılırsa bir yüze, öyle bakıyordum yüzüne. Bir daha olmayacaktı yaz ve hani derler ya yazdan kalma diye bir şey o da olmayacaktı artık. Biliyordum. Biliyorduk. Ürkek bir güvercin gibiydim, sığındım karnının sıcaklığına. Uyudum. Bir bebeğin ilk uykusu kadar derindi uykum ve karnımdan aldım bütün nefeslerimi. Bir iki küçük mırıltı. Boğazımda düğüm düğüm olan bir iki küçük hıçkırık, kesik kesik bölüyordu geceyi. Başkaca hiçbir ses yoktu. Gece sessizdi. Ama sancısı büyüktü bedenimin. İçime attım bütün çığlıklarımı. Bir bebeğin ağlamasını durdurmak ister gibiydi, yeni doğmuş bir bebeği avutur gibi gidip geliyordu elleri sırtımda.

Nasıl bitireceğimizi bilemediğimiz güzellikte şeyler vardır; hiçbir şey yapmadan kendiliğinden bitmesini beklemek en güzelidir böyle şeylerin. Bir günün başlaması ve bitmesi gibi. Sahile uzandık, kumların üstüne. Şarap kadehinde kalan azıcık şarap da kumlara döküldü.

İğde ağaçlarının altından yürüyordum, tek başınaydım dönüş yolunda. Yokuşun başında kendimle karşılaştım, “gitme” dedim kendime. Rüzgar esti, iğde yaprakları hışırdadı. Gün ışığı vurdu yüzüne. İrkildi. İrkildim, irkildiğini görerek. Beni duymadı. Kendimi duymadım. Rüzgâr çanlarındaydı kulağı ve iğde hışırtısında. Rüzgâr çanlarını dinliyordum ve iğde hışırtısını. Durduramadım kendimi. Gittim. O geldi mavi tabureye oturdu.

Bu son buluşmamızdı ve o, aslında siyah ve renksiz koltuğunda oturuyordu. Ama ben, bizi rengârenk taburelerin olduğu İğde Sokağı’nda hayal ediyordum. Karşımdaki duvarda insanın içini karartan bir tablo vardı. Baktıkça çürüyen doğayı ve ölümü hatırlatıyordu. Masanın üstünde kum saati… Zamanımızın dolduğunu hatırlatıyordu bize sessizce. Dalından vaktinden önce koparılmış bir iğdenin buruk tadı vardı ağzımda.

“Bittiğinde” dedim elimi kalbimin üstüne götürerek “Sadece bitmiş olmayacak. Burada hissettiğim şey de yok olacak.”

“Ne o his?” dedi.

“Bilmiyorum.” dedim “İyilik gibi bir şey…”

Değil mi ki; kilitli kalmış bir küçük iyilikti aşk.

İğde ağaçlarının altından yürüyordum, tek başınaydım dönüş yolunda. İğde çiçekleri meyveye durmuş, meyveler olgunlaşmış, hatta ağırlaşıp düşmüşlerdi dallarından. Eziliyorlardı ayaklar altında. Gümüşi bir aydınlığı vardı iğde yapraklarının, sessiz bir şarkıyı söylüyorlardı rüzgârda salınırken. Yüzüm bir iğde ağacanın gümüşi aydınlığındaydı, bedenimse bir yanıyla hep karanlık. Sessizce susuyordum. Başka türlü nasıl susabilirdi ki insan? Başka türlü nasıl susulabilirdi?

Yazdan kalma bir gecede.

Hacer Aktaş
Standart Üye / 4 Yazı / 5,5K Okunma

İstanbul Üniversitesi, lisans, 2016


Yorum Yap

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

ya da üye olmadan yorum yap ve onaylanmasını bekle.
ÜST