
"NOTRE DAME'IN KAMBURU"
Bilgeyik sayfalarında çok güzel film yazıları yoğunlaşmaya başladı. Büyük bir beğeniyle okurken eski yılları anımsadım.
Bu aralar okuduğum Kurtuluş Savaşımıza ilişkin bir kitapta; Samsun yöresine demografik ve sosyal dokunuşlar yapan bilgilere rastladım. Bu da beni eskiden de bildiğim ama etraflıca irdelemediğim konulara yöneltti. İlkokul dönemimden bildiğim büyükçe bir kilisenin Samsun Rum-Ortodoks kilisesi Aya Triada olduğunu, sol tarafında bugün Dumlupınar İlkokulu olan erkekler okulu, sağ tarafında ise kızlar okulu bulunduğunu öğrendim. Kiliseye çok yakın olan okulumuzun da o dönemlerde kilise yönetiminde yatılı bir okul olduğunu başka kaynaklardan biliyordum. Bu yüzden sınıflar geniş, salonlar büyükçe idi.
İşte bu kilise ben 4 ve 5’inci sınıfları okurken kazma kürekle yıkılmaya başladı. O günlerin teknolojisi bu kadardı sanırım. Bizim okulun bahçesi yıkımdan zarar görmesin, bizler de kazalardan uzak olalım diye yıkım alanıyla okulumuz arasına bir tahta perde çektiler. Sonradan Kâzımpaşa Sineması olan koca kilise yani; sinemanın ne olduğunu bana öğreten yapı, böylece ortadan kalktı.
1943 olmalı; dayım beni kiliseden dönüştürme bu sinemaya götürmüştü. Beş yaşlarındayım. Merakla sağa sola bakıyor, mozaik zemin üzerindeki sandalyede düşmemek için zor duruyordum. Birbirine bağlı olmayan sandalyelere insanlar oturup kalktıkça sinema alanını bir uğultu kaplıyordu. Karşıya beyaz bir bez gerilmiş; ama bana göre çok büyük. Zaten az olan ışıklar birden söndü ve perdede görüntüler belirdi. Ne olacağını bilmiyor, tahmin de yürütemiyorum. Bir süre sonra perdedeki adamdan çok korktum, dayımın sandalyesine yaklaştım biraz, aynı anda başkaları da benzer hareketler yapmış olacak ki bir gürültü aldı sinemayı. Perdedeki adam kilisenin çanını çalmakla görevli sanırım; bizim sandalye seslerimizle çan sesleri birleşince ben dayıma daha da sokulur oldum. Aradan geçen 80 yılı aşkın süre sonunda bugün düşünüyorum da akustiği kilise vaizlerinin ya da korosunun sesine göre düzenlenmiş bir yerde film oynatırsan olacağı bu.
Aynı durumu bir Anadolu kasabasında da yaşamadım değil. Hem de tek kişilik bir tiyatro oyunu. Kaymakam, belediye başkanı, öğretmenler küçücük bir yere sokulduk ama “Bir Delinin Hatıra Defteri” yazarı Nikolay Gogol bizim durumumuzu görseydi böyle bir işe girişmezdi. O bina vaktiyle hamammış. Uzun yıllar boş kalınca, belediye başkanı sanat duygularını, bir kova badana ve birkaç metal ayaklı sandalye ile harmanlayarak işi çözümlemiş. Bu nedenle; sandalye gürültüsü ve duvara bitişik komşu fırının mis gibi ekmek kokusuyla Gogol’ün sözcükleri havada uçuşuyor, sanat uğruna Anadolu’yu dolaşan genç tiyatrocu, merdivenin üzerinde heyecanını sergilemeye çalışıyordu.
Haydi gelin, bir önceki paragrafta kaldığımız yerden sürdürelim yazımızı. Ben, sinemadaki bu gürültü arasında dayımın sesini de algılıyordum. Dayım sinemayı konuşarak seyredermiş meğer. O beni korkutan kambur ve yüzü gözü şişik adam çıkınca dayım adama bağırıyor ve kucağındaki kızı bırakmasını söylüyordu.

Charles Laughton Quasimodo

Notre Dame Kilisesi
Lise yıllarıma gelince öğreniyorum ki o kilise zangocunu oynayan büyük sanatçı Charles Laughton, kucağındaki çingene kızı da Maureen O’hara imiş . Zangocun yüzü ve kamburu ürkütücü ama yüreği iyiliksevermiş. Kucakladığı kızı aslında kötülüklerden kurtarıp, kilisede saklamak istiyormuş. Filmin adını ve kamburun Quasimodo olan adını dayım nereden bilecek, bilse de nasıl söyleyecek “Notre Dame’ın Kamburu” diye. O, ya ayakkabı onarıyor her gün; ya da ölçü alıp yeni kunduralar yapıyor ısmarlayanlara.
Film- o günkü söyleyişle “filim”- bitti. Herkes evine yürüyerek gitti ve daha giderken filmi yanındakine anlatmaya başladı. Bu işin raconu böyleydi, görülen kovboy filmiyse eğer; erkek başrolü oynayan “Oğlan” ya da “Çocuk” adıyla anılır, oğlanın yanında olan ve ona hizmet edip mızıka ya da başka bir müzik aleti çalan “Serseri” adıyla belleklere kazınırdı. Samsun’da “Oğlan” ya da “Çocuk” denilen film kahramanı hemen komşu il Ordu’dan başlayarak bütün Karadeniz’de “ Uşak “ olarak tüm gençlerin kalbine girerdi. Aynı filmi gören iki kişinin birbirine aynı filmi anlatması, izlenmesi gereken bir etkinlikti doğrusu.
Okulumuzun hemen karşısındaki Halkevi’nin sinema salonunda, adına yıllar sonra “Belgesel” diyeceğimiz filmleri okulca izlemek apayrı bir eğlence idi. Film oynama hızı bir türlü tutturulamadığından film oyuncuları hep birlikte koşucular gibi oradan oraya koşup dururdu. Bütün öğrenciler hep birlikte gülerdik.
Benden birkaç yaş büyük olan bir meslektaşım; Sivas’ta lise öğrenimini tamamlarken sinemada dinlediği cızırtılı sesli duyuruları yerel konuşma vurgularıyla şöyle canlandırırdı;
“Alo ! Alo! Sayın Seyirciler !
Çekirdek çiğitlerini yerlere atmayın diyom, atiisüüz ! Cigara içmeyin diyom içiisüz !
Hadi bunları yapisüz bari balkondan aşağı bir şey atmayın!
Cigara kesmüklerini atiisüz, fötör şapkaların kenarlarına düşüğ, şapkaları yaküğ”
Bu anonsu ben -arkadaşımın taklidi eşliğinde- sonuna kadar dikkatle dinler, sonunda kopardım. Çünkü sinemada olmaması gereken bütün davranışlar tek tek sayılıyor, hiç kimsenin buna uymadığı belirtiliyordu. En hoşuma giden de sinemada fötr şapka ile oturmak olağan oluyor da atılan sigara izmaritinin fötr şapkayı yakması büyük olay oluyordu.
Bütün bunlara bakıldığında, bugünkü sinema izleme kültürüne erişmenin pek de kolay olmadığını anlamış oluyoruz.






