Loading

Tarkovsky Stalker Üzerine

‘Bilimin İnançsızlığı ve Sanatın Kibri’

Tarkovsky poster

"Senin gozlerini seviyorum arkadaşım.
Öyle tutkulu ve ışıl ışıllar ki...
Yukarı bir anda bir bakış fırlattığında
Cennetten çıkmış gibi ışıltılı.
Bunu baştan başa karşılamak için oradayım
Ama daha da hayran olduğum şey
Aşağı indirdiğin zaman gözlerini
Aşkın yakıcı alevi yakıyor beni
Ve hızla yere indirirken kirpiklerini
Kasvetli bir ihtiras çağrısı beliriyor yüzümde..."

 Andrey Tarkovski - Stalker/1979

İzlediğiniz hiçbir filme benzemez sanki bir film izliyor değil de şiir okuyor gibi hissedersiniz Stalker’ı izlerken… Siyah beyaz sahnelerle başlayan film, ilerleyen dakikalarda renklenir. Siyah beyaz olarak verilen sahneler de can alıcıdır. Fakat hep izbe mekanlardır. Rütubetli, eski ve dökülmüş. Sanki Tarkovsky bize insanlığın çürümüşlüğünü ve kendine bile itiraf edemediği mutsuzluğunu bu zıtlık içinde verir. Siyah ve beyaz… Keder ve sıkıntı. Başka ne renk vardır ne de heyecan. İz sürmek için evden çıktığında profesör ve yazarla buluştuğunda da izbe bir barda karşımıza çıkar başrolümüz.  Ve yüzlerdeki derin ifadeler, yaşanmışlığın ve boşluğun özeti. Bu insanlar hayatın büyüsünü kaybetmiş ve salt gerçeklik içinde kalmıştır. Yaşamın sanki ölümle birlikte damarlardan çekilen kan gibi katılaştığı bu mekanda şöyle bir diyalog geçer:

“Müzede sergilenen antika bir çömleği düşünün. Zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu  ama şimdi evrensel hayranlığın bir nesnesi. Özlü örüntüsü ve biricik biçimiyle herkes oh’larla ah’larla izliyor! ve birdenbire hiç de antik olmadığı anlaşılıyor. Dalgacı biri onu arkeologlara yutturmuş. Sadece eğlence için. Görüldüğü gibi tuhaf, hayranlık ölüyor.”

  Alelade bir eşyayı tarihi bir mit seviyesine çıkaran onun gizemiydi. Asırlar öncesine dair bizlere verdiği bilgi. Ve bir zamanlar bu dünyada var olmuş artık esamesi bile okunmayan insanların kültünün bir parçası olması… O nesnenin büyülü bir hayranlık içinde imgesel haliyle taşıdığı anlam salt gerçekliğinin yansıması. Eğer o büyü ortadan kalkar da nesnenin etnografik bir unsur olmadığı ortaya çıkarsa buz gibi gerçekle başbaşa kalıyoruz ve nesne tüm büyüsünü yitiriyor. İşte bu gizemli yolculuğa çıkmak için iz sürücünün peşine takılan profesör ve yazar da salt gerçekliğin içinde kalmış. Hayatlarının büyüsü kalmamış. Biri pozitivizmi temsil ediyor diğeri nihilizmi…

  Karakterlerimiz bölgeye gelince bir anda etraf canlanıyor. Siyah beyaz filtre kalkıyor ve rengarenk doğayla baş başa kalıyoruz. Yaşam umutla birlikte renkleniyor. Yemyeşil çimenlerin, guguk kuşlarının ve çağlayan suların içinde insan medeniyetinin kalıntılarıyla beraber… Sanki bu ruhsuz bedenler yeniden hayat buluyor. İçlerindeki umuda doğru olan yolculuklarının ağır aksak temposu izleyiciyi de beraberinde sürüklüyor. İz sürücü ipleri elinde tutuyor. Bölge görünmez tuzaklarla ve tehlikelerle dolu. En basit bir hata ölümcül olacaktır. Fakat bu bölgenin izcisi hiçbir zaman önden gitmiyor. Gidilecek yolu belirleyip önden gidecek olanı kendisi seçiyor. Ne yazarın ne de profesörün kuralları çiğnemesine izin vermiyor. İz sürücü dışta kalanı, geleneği temsil ediyor. Yanındakilerin aksine o hayatın büyüsünü kaybetmemiş,tinsel düşünceyi göstermeye çalışan bir rehber. Bölgeye defalarca kez gidip gelmeyi başarmasına rağmen eşikten içeriye adımını atmamış. Bu noktada şu soruyu sorma gereği duyuyoruz: İz Sürücü, başkalarını kurtarmak için kendi kurtuluşundan vazgeçen bir kahraman mı? Yoksa  cazibesini muhafaza etmeye çalışan ve hayatına eşikle anlam katan bir aciz mi?

  O, kahraman veya yaratıcı bir sanatçı değildi. Amacı peşine takılan tuhaf ikiliye hayret duygusunu yeniden kazandırmaktan ibaretti.  Soğuk yargılarla kaplı bedenlerinde bir nebze olsun  sezgilerini uyandıracak, ruhlarını canlandıracak bir bakış yakalamayı amaçlar. Bu adamların  neyin peşinde olduğunu nereye gittiğini ve gidecekleri bölgenin onlara ne vadedeceğini net bir şekilde göremeyiz. İnsan hayatının belirsizliği gibi bir akış vardır filmde. Görünürde gerçek üstü hiçbir şey yoktur fakat asıl tehlikenin ne olduğu neden basit değil de dolambaçlı yolların tercih edildiği, neden her yol ayrımında büyük ikilemlerde kalındığı bilinmez. Sadece seyirciyi de gizemiyle içine çeker. O odaya girebilmek için belli başlı kalıplar sunar. Zayıf ve zavallı olmalısın. İyi biri olmalısın. Zira o eşikten geçtiğin andan itibaren yüreğinden geçen ne varsa kabul olacaktır.  Karakterlerin birinin profesör birinin de yazar olması oldukça ironiktir. İkisinin de ortak özelliği içlerindeki umudun tükenme noktasına gelmesi ve bir arayış içerisinde olmalarıdır. Yazar, entelektüelliği ve duygulara hitap edebilmenin sınırlarını temsil ederken profesör bilimi ve teknolojiyi temsil eder. Eşikte durduğunda yazarın belirsizlik içinde önden gitme cesaretini göstererek hayatını riske attığı halde içeri girmediğini görürüz. Çünkü  içindeki dileğin ne kadar kötücül sonuçları olacağına ve arzuların karanlık tabiatına aşinadır. Mesleği gereği de gözlem ve tahlil yeteneği onu bu zorlu kararda geri çevirir. Evinde mutsuz bir alkolik olarak yaşamayı mutluluk denilen kapıya açılan yıkıcı  emellerin gerçekleşmesine tercih etmiştir. Nihilizmi bile her dileğinin kabul olduğu  hayattan daha anlamlı bulur. Yönetmen, Stalker aracılığıyla entelektüelliğe ilişkin sert bir eleştiri yöneltir. Gerçeği arayışın içinde boğulan ve gelenekselliği, gündelik hayatı çekilmez hale getiren entelektüellik içten içe eleştirir. Aynı zamanda pozitivizm de. Bunlar geleneksel olanın büyüsünü bozup salt gerçeklikle baş başa kalan insanoğluna yönelik karanlık bir gelecek tablosu çizer. Tıpkı müzedeki o vazo gibi. Çırılçıplak kalmış ve imgeselliğiyle sunduğu tüm sihir elinden alınmış.  İnsanlığın sonunu getirecek olanın geleneği reddeden pozitivizm ve entelektüellik olduğunu gösterir. Yol boyunca bu iki karakterin sürekli olarak tartışması da içlerindeki ideolojik çatışmanın dışavurumudur. Bilim’in inançsızlığı ve Sanat’ın kibri

Profesör ise daha da fazlasını, bu umut kapısını tamamen yok etmeyi seçer. Çünkü, eşiğin başına bela açacağının farkındadır. Belki de tüm dilekleri gerçekleştirecek olan bu kapı zararlı ellere düşüp insanlığın sonunu getirecektir.  Eşiği yok etmek sadece kötülük kapasitesini değil içimizde ehli olan ne varsa  hepsini silip atacaktır. Umudu ve geleceği... İki adam şunu gösteriyor ki  kapıya ulaşmanın ana cevheri cesarettir. Çetrefilli yolculukta tüm belirsizliklere rağmen cesaretini toplayıp eşiğin önüne gelmeyi başaran birey şu gerçeği elde etmiştir:En büyük dileğinin ne derece yıkıcı olabileceği. En derinlerinde gizli kalmış olan o isteğin ne kendisini ne de bir başkasını mutlu edemeyeceğini. Zaten onu oraya getiren sebebin içinde yaşadığı,  onu şekillendiren zehirli isteğin ta kendisi olduğu…. Taptığı ideolojisinin eşikle birlikte onu değil onunla birlikte eşiği şekillendireceği...

Tarkovsky portreleri kadrajına taşımasıyla ve onları konuşturmasıyla izleyiciyle birebir iletişim kurmayı başaran yönetmenlerden.Hayata dair olanı hem görsellerle hem de diyaloglarla aktarmakta çok başarılı. Filmin en can alıcı diyaloğu şöyledir:

İnsan doğduğunda güçsüz ve uysaldır, öldüğünde ise, katı ve duyarsızdır. Bir ağaç büyürken hassas ve esnektir, ama kuruduğunda ve sertleştiğinde ölür. Sertlik ve güç, ölümün refakatçisidirler. Uysallık ve güçsüzlük, varlığın canlılığının dışa vurumlarıdır. Çünkü katılaşan hiçbir zaman kazanmaz.

  Ve filmin son sahnesinde asıl canlılığın iz sürücünün engelli kızı olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz. Masanın karşı tarafında izleyici vardır. “Maymun” olarak adlandırılan bu kızın düz bir masanın üzerinde duran üç cam objeyi hareket ettirdiğine şahit oluruz. Stalker’in aradığı olağanüstülük yanı başındadır. Fakat o kızıyla bağ kuramadığından dolayı bunu fark edemez.

Eşikteyiz bu hayatınızdaki en önemli an. Şunu bilmelisiniz ki en derindeki dilekleriniz burada gerçeğe dönüşecek. En önemli dileğiniz! ızdırabın doğuşu! Bir şey söylemeye gerek yok. Yalnızca yoğunlaşmalı ve tüm hayatınızı anımsamayı denemelisiniz. İnsan geçmiş hakkında düşünürken, daha sevecen oluyor ve en önemlisi, en önemlisi, inanmak zorundasınız!”

İkisi de mucizevi olana inanmak yerine kutsadıkları ideolojilerine sığınmayı seçmiştir. Hayatlarındaki en önemli anı hiç eden insanlar onun ruhuna derin bir azap vermiştir.

"Onları görmedin mi? Boş boş bakıyorlar. Düşünebildikleri tek şey, kendilerini nasıl satabilecekleri; çok ucuz olmadan! Nasıl her duygusal hareketlerinden mümkün olduğunca çok kazanırlar? Şu yazar ve bilim adamları! Bir amaç için doğduklarını ve talep edildiklerini sanırlar! Yine de "yalnızca bir kez" yaşarlar! Böyleleri bir şeye inanabilirler mi? 

İnsanların çoğu böyledir. Tıpkı bu belirsiz yolculuğun rehberi gibi. Asıl inanmayan ve zayıflığın içindeki yaşamı göremeyen iz sürücünün kendisidir.  İlerleyen portresini gördüğümüzde önce yürüyor zannettiğimiz sonra babasının omuzlarında beliren o  kız. Mucizenin sessiz ve zayıf formudur. Müzedeki vazo örneğinin tam tersi, keşfedilmemiş ve değeri anlaşılmamış... Yazar bu sahneyle iyi bir ters köşe yapmıştır. Evrimsel sürece göre homo sapiens’in,  maymun atalarından ortak bir tür üzerinden evrimleşmesine gönderme yapılarak mucizevi olana 'maymun' denilmesi geleneksel olanın değersizleştirilmesini temsil eder. Ve gelecekte de mucizenin aslı olan, mutluluğunu  kaybeden insanlığın gözünde bir maymun olarak gördüğü fakat büyülü gerçekliğini muhafaza etmeyi başarabilmiş  o son insan kimse tarafından fark edilemeyecektir. Dünya, salt gerçekliğini kuşanmış çıplak bir vazo gibi azap içinde yanıp tutuşmaktayken insanoğlu kibre ve inançsızlığa teslim olmuşken... 

 

Yaşar Aydıner
Standart Üye / 19 Yazı / 90,1K Okunma

Kısa hikaye yazarı


Yorum Yap

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

ya da üye olmadan yorum yap ve onaylanmasını bekle.
ÜST