Ah, içimin kalabalığını hangi durgun suya anlatayım?
İçinde yankılanan bir şiir dizesi iliklerine kadar işliyordu. ”Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana Ya Rabbi” adımları hızlandıkça kalbinin ritmi değişiyordu biriktirdiği cümleler,alışıla gelmiş kelimeler, veda ettikleri, bekledikleri yüzüne bir sonbahar rüzgarı gibi çarpıyordu.
Yaşadığı coğrafyanın sızıları yüzüne ince çizgilerle eşlik ediyordu, eli yanağında uzaklara dalmıştı. Ne acılar vardı kalbinde kim bilir...gurbetlik zor diyordu, hep öyle derdi, hikayeni anlat dedim. Yarana merhem olamam belki, ama seni dinlerim.
Ailenin ilk çocuğuydu Gülten güzel mi güzel boncuk gibi gözleri vardı. Zamanında mahallenin en güzel kızlarından biriydi. Mahalleden bir sevdiği vardı. Sevdalıydı, sevdiği gurbet ellerdeydi.O zamanlarda gençler ekmek parası için gurbete giderdi, beş altı yıl dönmezlerdi.
Ne mektuplar ne şiirler yazılırdı ardından sevilenlerin, geride siyah beyaz bir fotoğraf saklanırdı yara gibi.
Oğlanın adı Ahmet’ti, kara gözlü kara kaşlı genç bir delikanlıydı. Yoksul bir ailenin dördüncü çocuğuydu, çok seviyordu Gülten’i. Bir para kazanayım, isteyeceğim babasından derdi. Ahmet gittikten sonra başkasına verdiler Gülten’i mektupların arası açıldı. Hiç gelmedi Gülten’den ne bir kelâm ne ötesi...
Balkan topraklarında bir sevdaydı onlarınki. Ahmet haberi alır almaz memlekete döner, Gülten’i kaçırır ve evlenirler, mutlu bir yuvaları olur, gurbet ellere yerleşirler.
Kader yüzümüze güldü derken, Ahmet ekmek parası için canından olur. Oysa ki sevdaları bir hikayenin devamı kadar güzeldi. Gülten o gün bugündür hiç kimseyle konuşmaz. Acısını, yarım kalmış sevdasını hep içinde yaşardı.