SAHANDA YUMURTA VE CANLI YAYIN
Bu başlığı okuyunca; benim, mutfak işlerine daldığımı ya da ekran meraklısı olduğumu sanmayın sakın. Yazacaklarım bu konularla ilgili ama daha çok bu konulara ilişkin birkaç anımı paylaşacağım sizinle. Nereden aklınıza esti diye sorgularsanız, geçen ay kutladığımız Çocuk Bayramı derim. Bayram günü çocuklarla yapılan söyleşileri izlerken henüz ilkokula yeni başlamış bir yavrumuza mikrofon uzatılınca; usta bir konuşmacı gibi “Canlı yayında mıyız?” diyerek söyleşiye başlayıp çok rahat bir konuşmayla düşüncelerini anlattı.
Bu “Canlı yayında mıyız?” sorusu beni tam 57 yıl önceki günlere götürdü. Ankara’ya geleli henüz kısa bir süre olmuştu. O günkü adı “Ormancılık Araştırma Enstitüsü” olan kuruma yeni atanan birkaç kişiyi yabancı dillerini ilerletmek amacıyla Devlet Lisan Okulu’na göndermişlerdi. Okul Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü içinde çalışmalarını sürdürüyordu. Yabancı dil düzeylerimizi saptamak için bir görüşme yaptılar bizimle. Aramızda hiç İngilizce eğitim almamışlar da vardı; benim gibi biraz bu işe girişenler de. Bu durumda dil düzeylerimize göre bizi sınıflara dağıttılar. Taşradan gelen arkadaşların çoğunlukta olduğu 12-15 kişilik bir sınıfta, bekâr, evli ve çocuklu öğrenciler olarak bizler, çoğunluğu Amerikalı öğretmenlerle ders görüyorduk.
Hepimizde büyük bir istek vardı; hemen her şeyi öğrenmek, işyerlerimize dönüşte başarısız görünmek istemiyorduk. Şimdi diyeceksiniz ki; “Bunun 23 Nisan ve televizyonla ne ilişkisi var, bize ne sizin yabancı dil kursunuzdan”. Öylesine ilişkili ki; sabredin biraz anlatayım: Sınıfın yarısı 30 yaş üstü, öteki yarısı da 25-30 arasındaydı. Kız öğrenciler ön tarafta kendilerine bir köşe oluşturmuşlardı.
Amerikalı öğretmenlerimizin çoğunluğu bizden genç, öğrenimlerini tamamlamış, askerlik yükünü biraz hafifletmek için Türkiye’yi seçen kişilerdi. Haydi! Bugünkü kullanıma uyarak “hocalarımız” diyeyim. Okumaya, konuşmaya, yazmaya, değişik hocalar geliyordu. Hatta İngiliz aksanını da öğrenelim diye, Carol adında bir İngiliz kadın hoca da vardı. O günlerin şarkısı “Ooooo Kerol” şarkısıyla karşılanırdı bütün sınıflarda.
Televizyonun evlerimize değil de Ankara’nın birkaç vitrinine ancak yerleştiği, belirli saatlerde yapılan kısa yayın denemelerinin yapıldığı günlerdi. Siyah-beyaz yayınları izleyebilmek için bize yakın camekânlara koşuşup duruyorduk. Konu güncel olduğu için bizim kurs hocalarına da gün doğuyordu. Çocukluklarından beri tanıdıkları ” ti-vi” yi anlatıp duruyorlardı bize. Söz bir gün “canlı yayın” a geldi. Hocamız Matter’dı galiba. “ Canlı yayın yapılırken sunucu daha dikkatli olmalı, sözcükleri dikkatle seçmeli” dedi. Bütün sınıf birden “Şok!” Yayınlar canlı ve ölü olarak ikiye mi ayrılıyordu? Biz niçin ölü yayınla diri yayını ayıramıyorduk? Bizdeki anlamıyla İngilizcesi nasıldır hâlâ bilmem ama Matter’ın göbeği çatladı bize canlı yayını anlatana kadar.
Bunları anlatmama 23 Nisan Çocuk Bayramı’nın izlenimleri neden oldu. Bizim dil kursunda olduğumuz 1968 yılında yaşlarımız - baştan da söylediğim gibi- 30 dolaylarındaydı. Teknik konuların dışındaki hiç kimse canlı yayının ne olduğunu bilmiyordu. Ama bugün 7-8 yaşındaki bir çocuk bile yayının canlı olup olmadığını sorup, yanıtlarını ve pozlarını ona göre ayarlıyor.
Dersler ilerledikçe biz de yavaş yavaş açılıyorduk. Bir gün hocamız Matter- biz merak ettiğimiz için- Türkiye’deki günlerini tane tane anlatıyor, kolayca anlayacağımız sözcüklerle sabah kahvaltısından güne başlıyordu.
Kiralık küçük iki göz evinde kendine hazırladığı kahvaltıda, tavada yumurta pişirmek ilk eylemiymiş. Hani şu bizim sahanda yumurta dediğimiz; erkek kız her öğrencinin yaptığı en kolay yemek. “Tavayı alıyorum, ocakta çok az ısıtıyor ve yumurtayı kırıyorum.” deyip daha sözünü bitirmeden hepimiz söylenmeye başlıyorduk. Başta kızlar olmak üzere hemen hepimiz neredeyse slogan atıyorduk “ Yağ koymayı unuttunuz, sıvı ya da katı yağ koyacaksınız biraz”. Hocamız şaşırıyordu, yıllardır yaptığı bir işi eleştiriyor ve yumurtanın tavaya yapışacağını söylüyorduk. Bize göre; yağ konulmazsa yumurta tavaya yapışır ve yenilemeyecek bir durum alırdı. Matter’in yüzünün hatları bugün gibi gözümün önünde; şaşkınlıktan gözler açılmış “Yapmayın daha bir saat önce yedim, tereyağını neden yumurtaya koyayım, haşlanmış mısırım vardı ona sürdüm “ diye sesini yükseltiyordu. Biz de tempo tutuyorduk ama “ Biz yağ koyarız ya hep beraber/ya tek başına” diyemiyorduk zira 37 yıl önce Bertolt Brecht’i tanımıyorduk.
İşi sonradan öğrendik; ama hepimiz kursu tamamlamıştık. Hocamız Matter’ın kullandığı tava o güne kadar hiçbirimizin -_hattâ hocamızın bile – özeliklerini bilmediği teflon kaplı bir malzemeymiş. Uzay çalışmalarında aşırı sıcağa dayanıklı malzeme olarak elde edilmiş. Yumurta değil, hiçbir şey yapışamıyormuş yüzeyine. Uzay çalışmalarının yan ürünü olduğunu sonradan öğrendiğimiz bu mutfak gerecinin yaygınlığı öylesine arttı ki; şimdi onun yerine porselenler, döküm demirler kullanılır oldu. Biz bu gerçekleri bugünkü çocukların yaşından yıllar sonra öğrenebildik. Şimdiki çocuklar, annesinin kullandığı tava ve tencerenin teflon olduğunu biliyor ve “Anne arkadaşımdan öğrendim, O da tv programında görmüş; teflonu çizik tava ve tencerelerimizi hemen değiştirelim” diye görüş bildiriyor. Bir gerçeği öğrenebilmek için bizim kuşağın en az 20 yılı geride bırakması gerekiyormuş demek ki…
Neye yarayacağını bilmiyorum; ama ben öğrenmeye devam ediyorum. Emekliliğin ilk 15 yılını yine çalışarak geçirdiğim için, son 23 yıldır okuyor yazıyorum. Okumak yeni bir şeyler öğrenmek için çabalayıp duruyorum. Çevre zararı vermeyen bir yaşlı olabilirsem- okurken sizleri de yormazsam- ne mutlu bana.