Loading

Birkaç Mektup Birkaç Resim

Anı olan belgelere saygı göstermenin değişik bir yolu

Eski fotoğraflar

 

BİRKAÇ MEKTUP BİRKAÇ RESİM (*)

 

 

Gülten Dayıoğlu “Yüzler ve Sözler” kitabında sayfa 101’de; çocukları olmayan yaşlı bir çiftin, ölümlerinden sonra evlerindeki sandıkta bulunan bütün fotoğrafların yakılmasını istediklerini, bunu vasiyet olarak belgelediklerini belirtiyor. Şöyle sürdürüyor anlatımını aynı sayfada yazar Dayıoğlu:

“Birgün İstanbul Beyazıt’ta bulunan, sahaflar çarşısında birkaç kitap arıyorum. Dükkânlardan birine girdiğimde, kapının yan tarafında duran, içi tıka basa dolu bir çuvalı devirdim. Pek utandım. Hemen eğilip çuvalı dikleştirdim. İçinden dökülenleri, dükkân sahibinden özür dileyerek toparlamaya giriştim. Çuval, eski zaman fotoğraflarıyla doluydu. Elime ilk gelen fotoğrafa baktığımda irkildim. Çünkü elinde silindir şapkası, üzerindeyse çok şık bir frak, beyefendi merhum Menderes döneminin Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanıydı.

Öteki fotoğrafları hiç incelemeden, el çabukluğuyla çuvala koydum. Bunu yaparken, devirdiğim çuvalın iki adım ilerisine fırlamış görkemli bir gelin fotoğrafı değdi gözüme, hemen uzanıp aldım. Onu da çuvala sokuşturdum.

İnsanlar öldükten sonra ayağa düşen aile fotoğrafları konusu, toplumsal bir yara olarak halâ jilet kesiği gibi, ince ince sızlamaktadır. “

Yukarıda alıntısını yaptığım kitabı yeni bitirdim. Bu jilet kesiği yarayı yıllar önce ben de yaşamış biriyim. Zaman zaman o yaranın sızısını yüreğimde duyarım. Yine yıllar öncesine uzanmak zorunlu oluyor.

Ankara Ayrancı semtindeki kapalı pazar yerinde “Antika Eşyalar” için bir gün ayrılmıştı. Her ayın ilk pazar günü, sadece eski eşya alım satımı yapılıyordu. Evimize çok yakın olduğu için eşimle birlikte nelerin pazara düştüğünü, nelerin alınıp satıldığını görmek istedik. Bir kahve değirmeni, bir asker palaskası, eski model bir abajur, bir hamamtası yanyana durunca belki anlamsızdı; ama alıcısının elinde değer kazanıyordu. Gezerken bir eski dolaba gözümüz takıldı; zarif incecik mermerli bir yüzü ve fotoğrafla dolu küçük bir çekmecesi vardı. Çekmece açık olduğu için fotoğraflara bakılabiliyordu. Satıcı, eğer istiyorsak fotoğraflardan seçim yapıp satın alabileceğimizi söyledi. Böyle bir niyetimiz olmadığı gibi, bizimle ilişkisi olmayan fotoğraflara bakmanın bile rahatsızlığını duyar olduk. Nişan töreni için olsa gerek, sıralanmış birkaç kişi, mutluluk hepsinin yüzünden okunuyor; ama bana hüzün veriyor tanımadığım bu insanların pazar yerine düşmüş bu eşyaları.  Minik bir bebeğin kollarından tutmuş bir anne ya da bir abla ilk adımını atmasına yardımcı oluyor. Arka köşede yaşlı bir adam düzgün boyunbağı ve şapkasıyla evden çıkmaya hazır. Kim bu tanımadığımız kişileri bize zorla tanıştıran insanlar? Fotoğraftakiler değil sanırım; onların çocukları, torunları belki. Belki onların da tanımadıkları bir kuşak önceki akrabalar. O kartlarda yer alan kişiler nerede şimdi? “Çekiyorum, gülümseyin” denildiğindeki tatlı heyecanlar, fotoğraflar basılıp gelene kadar geçen “acaba gözümü kapamış mıydım” korkusu.

 

 

 

Gülten Dayıoğlu’nun tümcesine bir kez daha hak verdim: İnsanlar öldükten sonra ayağa düşen aile fotoğrafları konusu, toplumsal bir yara olarak halâ jilet kesiği gibi, ince ince sızlamaktadır. “

Eşim ve ben bizden sonra bu jilet kesiği acısını kimseler çekmesin diyerek eve geldik ve bu konuda yapacaklarımızı planladık. Albümlere yerleştirilmiş fotoğraflar dışında zarflarda biriken-bizden sonra hiç kimsenin tanıyıp bilemeyeceği-fotoğrafları teker teker keserek dumansız olarak yok ettik. Saymadık ama sonradan oranlamamıza göre 150 kadar fotoğrafı pazara düşmekten kurtardık. Bayağı hafiflemiştik. Bir okul duvarı, uzaktan çekilmiş bir fotoğraf, iki kafa görünüyor ama kimdir nedir biz bile bilemiyoruz. “Kes gitsin” dediklerimize bir örnek bu duvar üstü görüntüsü. Annemin genç kızlık mahallesinden bir görüntü; fotoğraftakilerin birini olsun tanıyacak kimsemiz kalmadı. Saklanmasında hiçbir anlam olmayan bu görüntüyü yok etmek en akıllı iş olacak.

Fotoğraflara ne yapacağımıza karar verdik; ama mektuplar için ne yapacağız? Zarflarıyla birlikte tarih sırasına göre yıllarca sakladığımız, ilk okuma anındaki heyecanların yeniden yaşanması olanaksız olan el yazılı satırlarla dolu tam 500 A4 sayfasını nasıl yok etmeli acaba? Gerçi o zamanlar A4 diye bir sayfa icat edilmemişti (!); bizim için “Dosya Kâğıdı” vardı ve ortadan katlanıp her tarafı dolunca dört sayfa mektup olurdu. Bu hesaplama biçimiyle ben eşime 1200 sayfa, eşim de bana 600 sayfa mektup yazmıştı. O sevgiler, o özlemler, o doğum sevinçleri bu zarflarda saklıydı şimdi. Peki, bizden sonra kim yaşayabilecekti bu heyecanları, kızım damadım ve torunumu da kararlarımıza ortak ederek yakım düzenini kendimiz düzenledik.

 

 

 

"Çizgiler Ahmet Güven'e aittir"

 

 

2003 ya da 2004 olmalı, torunum anne ve babasıyla denize yakın bir yere gitti; yaz dinlencesi için. Bahçe içindeki bitkilerini bize emanet ettiler. Tam aradığımız ortamdı. Mektupları yüklendik ve olay mahalline yerleştik. Ev halkını yolcu ettikten sonra mektup zarfları açılmaya başlandı. Kimi mektubu satır arası okuduk kimine kıyamadık “ bu kalsın” dedik. Yakma işlemi için araç-gereç hazırdı. Üstü kiremit tepsiyle kaplı minik bir soba vardı. İçinde ateş yanınca üstteki kızgın kiremitten yararlanılıyordu. Ben seyyar sobanın küçük duman borusunu taktım bahçenin ortasında boş bir yere koydum. Yanıcı olarak mektuplar, yakıcı olarak kibrit ve yanmanın sürekliliği için oksijen yani temiz hava bizi bekliyordu. Bu malzemeyi biraz beklettik ve az soğumuş bir üzüm suyu(!) açtık. Tadına varabilmek için bardak aralarına zaman tanıdık. O tatlı olay böyle başladı ve birkaç saat sürdü. Kimseler duymadı, kimseler görmedi, birkaç anı-mektup dışında hiçbir kalıntı bırakmadık hepsini yaktık.

Yakarken aklıma şair Erdoğan Çokduru’nun birkaç dizesi geldi. Gerçi ben üzüntülü değildim; ama şairin son dizesi duygulandırıyordu insanı:

 

                          Resimlerinin de hesabı görüldü o gün
                          Şaraba kül atacaktım, cıgaram yoktu.
                          Derken onlar geldi aklıma, bir güzel yaktım
                          Yanarken bile gözlerin gülüyordu..

 

Fotoğraflar, mektuplar tamam da kitapları nasıl değerlendireceğiz diye düşünmüyorum artık. Çünkü,o sorunu çok önceden çözdüm ve öyküsünü “Bilgeyik” sayfalarında “Kitaplar Ah Kitaplar” başlığıyla yayımladım. İyi okumalar…

--------------------

(*) Resim ve fotoğraf arasındaki önemli farkı, bundan tam 41 yıl önce akademisyen bir konuşmacıdan öğrenmiştim. Resim, kalemle ya da fırça ile yapılıyor; fotoğraf ise teknolojik araç gereçlerle görüntülüneliyordu. Ben de bir şarkının adından aktardığım ve başlıkta kullandığım “resim” sözcüğü dışında şimdi profesör olan o akademisyenin söylediğini yaptım.

Yalçın Anıl
Standart Üye / 21 Yazı / 136,3K Okunma

1938 Samsun doğumlu Orman Y.Müh. Emekli


Yorum Yap

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

ya da üye olmadan yorum yap ve onaylanmasını bekle.
ÜST